Bir Ülke’nin güvenilir ve yaşanabilir bir yer olmasının en öncelikli kuralı, yönetim sisteminin adil, yöneticilerinin Liyakatlı ve vicdan sahibi, Vatan'ını, Bayrağını, Milletini seven, hukuk kurallarına sonuna kadar bağlı, insan haklarının hukuk güvencesinde ve toplumsal refahın yüksek olmasıdır.
Hiç kuşku yok ki böyle bir toplumda hak ve hürriyetlerin, bilgi, ilim ve ahlak kurallarının da yüksek düzeyde olması kaçınılmaz olacaktır.
Yine bir ülkenin yönetim sisteminin adalet ve hukuk kurallarına değil de, tek adam sistemine dayalı otoriter ve keyfilik düzeninde insanların korkutularak adeta zorbalık düzeyine dayanması, yöneticilerinin liyakatsiz ve cahil olması, gericiliğin, aynı zamanda yobazlığın işaretidir.
Kısacası, yöneticilerinin sürekli zenginleştiği, kamu kaynaklarının yandaş bir azınlığa peşkeş çekildiği, toplumun ise yoksullaştırıldığı bir ülkede adalet ve ahlak kurallarından söz etmek asla söz konusu olmayacaktır.
Bu durumda esas sorumlu hiç kuşkusuz ki Ülkenin yönetim sistemi ve başında bulunan yöneticilerdir.
Fakat, böyle bir sisteme destek veren ve böylesine kokuşmuş bir yönetici kitlesi tarafından Ülkesinin yönetilmesine rıza gösteren bir toplumda, en az yöneticileri kadar sorumludur.
Çok iyi bilinmelidir ki, zulme rıza göstermekle zulmetmek arasında hiç bir fark yoktur.
Eğer bir toplum zulme rıza gösteriyorsa, bu durumda toplum da layığını bulmuş, layık olduğu sistemle ve layık olduğu yöneticiler tarafından zulmedilmeyi hak ediyor demektir.
Artık ağlayıp sızlamanın, dizlerini döverek şikayet etmenin, ve ortalıkta ahkam kesmenin bir anlamı yoktur.
Serzenişlerin ve şikayetlerin ahlaki bir dayanağı da söz konusu olamaz.
Ne demek istediğimi daha anlaşılır biçimde bir fıkrayla anlatmaya çalışayım.
Bir ülkede halk, hükümdara karşı ayaklanmıştır.
Haklıdırlar da. Ülkede ne adalet ne de düzen kalmıştır.
Hükümdar bakar ki başka çare yok. Ayaklanan halkı meydandaki büyük bir havuzun etrafında toplar ve bir konuşma yapar:
Eğer isterseniz benden çok kolay bir şekilde kurtulabilirsiniz. Böyle isyan etmenize hiç gerek yok.
Şimdi ben bu görmüş olduğunuz havuzu boşalttıracağım, üzerini de kapattıracağım.
Sizden tek isteğim, bu havuzu süt ile doldurmanız.
Herkes gece yarısından sonra bu havuza tek başına gelerek bir kova süt dökecek.
Ama herkes mutlaka bir kova süt dökecek.
Yalnız kimse kimseyi görmeyecek.
Güneş doğarken hepiniz burada olun. Havuz süt ile dolmuş ise ben tahtı bırakıp gideceğim.
Ertesi gün sabah olur herkes sevinçle havuzun başına toplanır. Öyle ya artık bu düzenbaz hükümdardan kurtulacaklardır.
Hükümdar da gelir ve üzeri kapalı havuz açılır.
Bir de ne görsünler?
Havuz dolmuştur. Ama havuzda sütten çok su doludur.
Çünkü, herkes aynı şeyi düşünmüştür.
Onca sütün içinde benim döktüğüm bir kova suyu kim fark edecek?
Hükümdar, herkes şaşkın biçimde birbirine bakarken konuşmaya başlar;
Gördünüz mü? Siz ne iseniz, ben de oyum.
Siz düzenbaz olduğunuz için, içinizden kimi seçerseniz seçin, sonuç hiçbir zaman değişmeyecek.
O yüzden ben tahtımda kalıyorum.
Siz de layık olduğunuz sistemin içinde...
Evet, şimdi kıssadan hisse çıkarmamız gerekirse, içerisinde bulunduğumuz durumu çok iyi analiz etmeliyiz.
Siyaset ve seçim, insanların özgür iradeleriyle ve bilinçli bir şekilde tercihidir. Toplumsal sorumluluk, toplumsal ahlak, ve toplumsal duyarlılık da bu noktada gerçekleşir.
Ortada seçim yapabilme imkanı olmasına rağmen toplum gereken duyarlılığı sandık başına gittiğinde göstermiyorsa, hep beraber sorunu daha derinlerde ve ahlaki yozlaşmışlık, çürümüşlük ve kokuşmuşluk içerisinde aramak zorunda kalacağız demektir.
Mevcut düzen değişmedikçe ahlak yoksunu düzenbazların daha da güçleneceğini bilmemiz gerekir!
Eğer bir millet, iktidarda bulunan kişilerin, şereften, onurdan, ahlaktan yoksun davranışlarını, hırsızlığını görmezden geliyorsa ve bu düzenin içerisinde kendisi de yer alıyorsa, O millet erdemini yitirmiştir. Erdemini yitiren millet, bir gün vatanını da yitirmeye mahkumdur.