Dünya çevre günü, İsveç'in Stockholm kentinde 1972 yılında düzenlenen Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı’ndan bu yana, her yıl 5 Haziran tarihinde, çevrenin korunması konusunda dünya çapında farkındalık yaratılması ve eylemde bulunulması amacıyla kutlanmaktadır.
İnsanoğlunun, daha doğrusu bütün canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri için çeşitli ihtiyaçları vardır. Ancak bu ihtiyaçların arasında öyle bir ihtiyaçları vardır ki olmazsa olmaz.
Bu ihtiyaçlarımızın en başında dünyaya geldiğimiz ilk anda ciğerlerimize çektiğimiz ve ölürken son nefesimizde dışarıya bıraktığımız "HAVA" gelir.
Dünya üzerinde yaşayan insan nüfusunun az olduğu yıllarda hava ile ilgili ciddi bir sorun yaşanmazken, gelişen teknoloji ve artan insan nüfusuyla birlikte zamanla hava kalitesinin bozulmasına yol açan unsurlar meydana gelmiştir.
Dünyamızda belli bir oksijen ve karbon rezervi bulunmaktadır. Bu rezervler, fotosentez ve yanma süreçleri üzerinden kendi kendilerini sürekli yenilediği için dünyanın dengesi korunmaktadır. Bu atmosferde bildiğimiz kadarıyla 8,5 milyar insan yaşadığını biliyoruz.
Hepimiz biliriz, dünya küçüktür diye bir deyim vardır, ama dünya nüfusu bu küçük dünyaya göre çok fazla artış göstermiş durumda. Dolayısıyla hiç kimse bir gün, 2 milyon adet kimyasal maddenin oluşturduğu okyanusta yaşayacağımızı aklına bile getirmiyor.
Yine hiç kimse, artan bu nüfus ve oluşturduğu kirlilik sebebiyle 3-4 santigrat derece normalin üstünde ısınan havanın yaşamı tehdit edeceğini düşünmüyor.
Hiç kimse,kirlenen hava sebebiyle oksijen ve karbon dengesinin bozulacağını, bu durumun dünyanın çevresini kaplayan atmosferdeki ozon tabakasını deleceğini, bu sebeple enerji kaynağımız olan güneş ışınlarının yaşamı tehdit edeceğini aklına bile getirmiyor du. Ancak yaşanan olaylar gösterdi ki, hiç bir şey tükenmez değil, hiç bir şey sonsuz değil.
Doğa diyor ki beni kirletme, beni hor kullanıp sömürme, şayet bunları yaparsan benim bünyemde yaşayabilme imkanını kaybedersin. Beni terk etmek istersin, ama gidecek başka bir gezegen de bulamazsın.
Dünyada yaşayan canlıların yaşamını sürdürebilmesi için ikinci önemli şey “SU” dur. Dünyanın %70’inin sularla kaplı olduğunu biliyoruz. Ancak bu suların %90’ı tuzlu sulardır. Geriye kalan %10 oranındaki tatlı suyun ise %1’i ancak insanlar tarafından kullanılabilecek durumdadır.
Bizler çoğunlukla suyun bol olduğunu, hiç azalmayacağını sanıyorduk. Ne zaman dünya nüfusu 8 milyar sınırını aştı, o zaman yaklaşık 2 milyar insan içilebilir temiz su bulabilmekte oldukça zor duruma düştü ve insanlar bu konuda tehlikenin ne kadar büyük olduğunu geç de olsa anlamaya başladı. Böylelikle dünya ülkeleri arasında bir gün su savaşları çıkabileceği konuşulmaya başladı.
Akarsuların,derelerin, nehirlerin, sanayi ve evsel atıklarla nasıl kirletildiğini hepimiz biliyoruz. Bilinçsizce kullanılan zirai mücadele ilaçları ve kimyasal gübreler sebebiyle yer altı sularının ne ölçüde kirlenerek kullanılmaz hale geldiği de bilimsel araştırmalarla gün yüzüne çıkmış vaziyette.
Denizlerdeki kirliliğin hangi boyutlara ulaştığı ise acı bir gerçek olarak gözümüzün önünde duruyor. Marmara Denizi’nde ortaya çıkan deniz salyası kirlenmenin hangi boyutlarda olduğunu gösteren bir başka örnektir.
Dünya üzerinde yaşayan canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri için diğer olmazsa olmaz niteliğindeki maddelerinden biriside “TOPRAK” tır. İnsanlar için toprak demek “EKMEK” demektir.
Toprak, dünya üzerinde yaşayan canlıları besleyen, büyüten ve son nefeslerini verdikten sonra onları bağrına basan tek sığınma alanıdır.
Toprak olmazsa ekmeğimiz de olmaz. Biz ekmeğimizi topraktan kazanıyoruz. Dünya nüfusunun az olduğu yıllarda toprağın da hiç bozulmaz bir varlık olduğu sanılıyordu.
Ama maalesef bizler yanlış gübreleme, yanlış sulama, ve yanlış ilaçlama ile toprağı da öldürmeyi başardık. Kimyasal gübreler toprağı yanlış gübreleme sebebiyle çoraklaştırarak ölümüne neden olmaktadır.
İnsanlar doğanın dengesini bozarak bitkisel hayatın da yok olmasına neden olmaktadır. Bu sebeple yağış şekilleri de bozuluyor, yağmurlar aşırı kuvvetle yağarak sel şekline dönüştüğünden toprağın en değerli kısımları denizlere sürükleniyor.
Bozulan ekolojik durum sebebiyle rüzgarlarda da çok değişkenlik yaşanıyor. Her yıl sel ve rüzgar erozyonu sebebiyle milyonlarca ton toprak altımızdan kayıp gidiyor. İnsanlar doğanın dengesini bozmaya devam ettiği sürece bu tür afetleri daha değişik boyutları ile görmemiz kaçınılmaz olacaktır.
Bazen doğaya karşı verdiğimiz mücadeleyi kazandığımızı düşünürüz. Bu bizlerin düştüğü çok büyük bir yanılgıdır. Doğa eninde sonunda intikamını mutlaka alır. Bu kaçınılması asla mümkün olmayan bir sondur. Şayet aksi olursa, canlı hayat sona erer. Daha acı felaketlerle karşılaşmamak için, doğanın var olan dengesini bozmamaya aşırı özen göstermemizin zamanı çoktan geldi de geçti diye düşünüyorum.
Özellikle ülkemizde tarım planlaması yapılmaması veya yanlış uygulanması ve bilinçsiz sulama sebebiyle milyonlarca dönüm toprak ya elden çıkmakta ya da çoraklaşmaktadır.
Son yıllarda en değerli tarım toprakları inşaat alanlarının işgaline uğradı. Bu konuda da toprakların değerinin bilinmediğini söylersek abartmış olmayız diye düşünüyorum.
İnsanoğlu dünyanın her yerinde çeşitli sebeplerle toprağın altından kayıp gittiğinin farkına geç de olsa vardı. Bu konu da tehlike çanlarının çaldığını yaşanan acı tecrübelerle nihayet anlamıştır.
İnsanların ve bütün canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri için çok önemli ihtiyaçlarından bir diğeri de “ENERJİ”dir. İnsanlar enerji ile ateşin bulunmasından sonra tanışmıştır.
Dünyamız enerji kaynakları yönünden de çok ciddi alarm vermeye başlamıştır. Sonuçta kömür rezervleri ve petrol kaynakları sınırsız değildir. Gelişen teknolojiler ve artan insan nüfusu sürekli enerji kaynaklarını tüketmektedir.
Yeryüzünde yaşayan canlıların içerisinde çok önemli bir özelliğe sahip olan insanlar kendilerine Allah’ın bir lütfu olan akıllarını kullanamaz ve yeni buluşlar icat etmezlerse geleceğe umutla bakabilmemiz bu koşullarda pek de mümkün gözükmüyor.
Pınar Ergün: Çevre Mühendisi